Tiradlar, tiradlar, tiradlar.
Hayatımda izlediğim en zor filmlerde ilk üçe girer bu film. Öncelikle şunu söylemek istiyorum, bu filmi izlemenizi tavsiye etmem. Yani bu filme tek bir ‘genre’ konulamaz. Ne tek bir genre’yi kapsıyor, ne de formatlara uyuyor. ‘Süüüürekli’ içinde metaanlatım bulunduran bir film. Sürekli bir tirad. İzlemesi, takip etmesi, çok zor bir film. Kaç kere baştan açtığımı bilmiyorum. Filmi bitirdim, sekansları, chapter’ları ayrı ayrı, hem lehçe, hem ingilizce dublajlı, tekrar tekrar izledim. Türkçe altyazıları yaz ancak onlar tamamen yanlış çevrilmiş. O yüzden tüm filmi kendim çevirdim. Zaten yarım bir filmi izlemek zor. Sürekli tiradlı göndermeli katmanlı bir çok anlam taşıyan filmi izlemek daha da zor. Üstüne filmin Lehçe’den İngilizce’ye çevirisi sorunlu. Üstüne İngilizce’den Türkçe’ye tamamen çöp olarak çevrilmiş. Neredeyse bir aydır bu filmi bitirmeye çalışıyorum.
Şimdilik filmin yapım sorunlarıyla başlamak istiyorum. Film prodüksiyon ve post prodüksiyon kısmında çok sorunlu. Yani bu gün bile bitmiş bir film değil aslında. (Bilinçli bir yarım bırakılma denebilir oraya gelicem) Andrzej Zulawski abimiz, “L’important c’est d’aimer” (Önemli Olan Sevmek ) filmiyle Fransa’da Cesar ödülünü alınca sağlam bir finansal ve eleştirel başarı kazanıyor. Önemli olan kısım ise bunu Fransa’da yapıyor oluşu. Kendisi Polonyalı. Fransa’ya başarılar kazanmak için değil, sürgünde olduğu için gitmek zorunda kalıyor.
Neden ? 70’lerin başı 80’lerin sonu Polonya’da bir çok sorun hakim. O dönem en büyük sorun Polonya’daki ekonomik kriz. Ekonomik kriz, beraberinde refah seviyesinin düşmesini getirir. Alım gücü düşer. Toplumsal sorunlar artmaya başlar.Rejimler önce Otoriter eğer sorunlar çözülmes ise daha da vitesi arttırarak Totaliter rejimlere dönüşür. Krizle birlikte gelen, işçi grevleri doğal olarak artar. Başta kim varsa kellesi gider. Sovyetler birliği’nin çözülmeye başlaması da en büyük etkenlerden biriydi. Çünkü Polonya’yı birarada tutan en büyük güç bir yandanda Komünist rejim, SSCB’nin ileri karakolu olarak şok dalgası gibi Sovyet blokta sistemi de çözmeye başlamıştı. Yani SSCB’deki idea yokolurken dalga olarak Polonya’yı da beraberinde yok ediyordu. Tamda bu toplumun en gergin olduğu dönemde Zulawski abi zaten Komünist devlet tarafından bir sevilmiyorken bu film ile rejime karşı bir tehdit olarak görülmüş. (Polonya Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşu 1944’e İkinci Dünya Savaşı’nın bitişyle başlıyor. 1990’da ise yıkılıyor. Filmin de temeli bu aslında ama oraca gelicem.) Psikolojik rejim karşıtı tehdit. Polonya sineması tahmin edebileceğiniz üzere öyle büyük bütçeli filmler çıkaran bir piyasaya sahip değil. Zulawski’nin varıyla yoğuyla, fakir bir ülkede bu kadar büyük bütçeli film çekmeye cesaret etmesini takdir ettim. Gerçekten deli işi. Gerçi filmde deli işi. Neyse filmin %75-%80’i bitmişken hükümet bir operasyon yapıp eline geçen her şeyi yakıyor. Zulawski set çalışanlarından oyunculara, herkesin kaçırabildiğini kaçırdığını, settekilerin kaçırdığı eşyaları, malzemeleri evinde sakladığını belirtiyor. Trajikomik yani. Terörist grup gibi insanlara niye operasyon yapıyorsunuz deli misiniz ? :D. Bir film ile düşecek hükümet zaten düşsün abi :D.
Filmin Kaynağına gelelim. Birazda nepotizm. Film The Lunar Trilogy (üçlemesi) kitaplarından filme aktarılmış. Jerzy Żuławski yönetmenimizin büyük amcası. Büyük amcasından alıp kendi çekmiş. Üçlemenin türkçesi yok malesef. İngilizce pdf’ini bulabildim. Sıkıla sıkıla okudum malesef. 1902’de yazılmış bu romanların garip özelliği, Ay’a gidişin insanlık için büyük önem arz ediyor oluşu. Bilirsiniz A Trip To The Moon’u. İnsanlığın varoluşundan belki’de 1960’lara kadar Ay, insanlık için bir gizem. Üstünde başka toplulukların, toplumların, varlıkların yaşadığı, keşfedilmediği için büyük merak uyandıran, hatta kutsal denilen bir yer. Direkt kutsal olarak metalaştırılan bir şey Ay. Kitaplar neyi hedefliyor peki ? Ne anlatıyor ? . Kabaca tarif etmem gerekirse orta çağda başlayan Amerika’ya göç fikri, Yeni Dünya fikri, Ay’da şekilleniyor. Amerika’nın orta çağda okyanus ötesinde verimli topraklı, Avrupa’da yaşayanların suçluların, kaçakların, sıfırdan başladığı, yeni bir hayat kurmak, bir kefaret, bir kurtuluş, Yeni Dünya fikri, 20. yüzyıla geldiğimizde Ay’da şekilleniyor. Polonya’lı yazarımızın da oluşturduğu dünya bu. Tabi en büyük soruları soruyor sıfırdan gelişmiş bir toplum kuracağı yeni toplumu mükemmel yaratabilir mi ? Yarattığında aynı hatalar tekrarlanır mı ? Tekrarlanırsa, nedeni nedir ? Jerzy Żuławski’nin yazdığı roman daha çok insanlık trajedisinin cevabını veriyor.
Peki Andrzej Żuławski’nin çektiği film ? İnsalık trajedisini daha çok insan bedeni üstünde gösteriyor. Filmde metroda yürüyen insanları, sokaklarda yürüyen insanları görüyoruz bazı sahnelerde. Bu sahnelerde voiceover’lar var. Seslendirmeler yapılmış yönetmen tarafından. Bu sahneler yakılmış, yok edilmiş sahneler. Aradan on yıl geçtiği için yönetmen abimizdede tekrardan o sahneleri geçicek para olmadığı için bu şekilde çekmek zorunda kalmış.
Filmimiz bir kabile üyesinin atla yıkık dökük bir binaya getirdiği probe ile başlıyor. Elektronik cihazın ne olduğunu anlamayan bu adam yıkık dökük bina içinde oturan iki astronota ödül olarak getiriyor. Astronotlar ödül olarak ekstazi veriyor adama. Burada anlaşılan dünya’da yokolmuş medeniyetin kalıntılarıyla yaşayan kabile ve onların iki tanrısı. Kabile üyeleri ve astronotlar arasında sahip-köle, tanrı-kul ilişkisi var. Astoronotlardan birinin sorduğu soru şu; Sayıları çok olmasına rağmen istedikleri an elimizden hapları alabilecek güce sahiplerken bize neden itaat etmeye devam ediyorlar ?. Bütün filmin anlatmaya çalıştığı şey bu. Polonya halkına direkt olarak; gücü elinde tutan üç beş kişiye neden itaat etmeye devam ediyorsunuz ?. İnsan Tanrı üretir, Kurtarıcı üretir, İdeoloji üretir, sonra onlara bağımlı hale gelir. Yazar kitabında Mit üretmiştir. Yönetmen abimiz ise bu mitlerin, nasıl Kitle psikozu haline geldiğini açıkça gösteriyor. Sonrasındaki soru ise daha kritik. Peki bu uyuşturucular bittiğinde ne olucak ? -Özgürleşicekler. Nasılki bir uyuşturucu bağımlısı yoksun kalıp yoksunluk kriziyle acı çekerek bağımlılından kurtulur. O kabilede kendi yarattıkları iki Tanrı’nın ödülü bitince önce yoksunluk krizine girip efendilerini yoksunluk krizine girmiş gibi yok edicekler. Sonra istemeselerde özgür kalıcaklar. Burada birazda devrimin kanlı olacağının okuması yapılabilir. Yani devrimi istemesede, durdurmaya çalışsada kan dökülecek, doğası gereği ona gelicek.
Sonrasında astronotlar probu incelemek için laborotuvara gidiyorlar. Dış dünyadan gelmiş bu probe’da bir önceki sahnedede belirtttiği gibi görüntüler var. O görüntülüleri izlemeye başladıklarında film başlıyor. Bir grup astronot bir gezegene iniyor. Globe. Küre gezegeni. Benim anladığım Silver Tray’den geliyor oluşu. Gümüş tepside sunulan yiyecek gibi. Gezegene gümüş küre denmesinin sebebi astronotlara sunulması. Dokunulmamış, insan elinin değmediği sıfırdan herşeyin yapılabileceği bir Dünya. Astoronotlar inerken kaza gereçekleşiyor. Sonrasında yürümeye rover araçlarla topluluğun, insanlığın ilk adımlarını kuracakları yeri arıyorlar. Bir ova yerine deniz kenarında suya ulaşmaya çalışmaları beni şaşırttı. Yaşamın dünyadaki kökeni denizdir. Toplumlar yerleşik hayata geçtiklerinde hep deniz kenarlarını seçmişler. Filmde’de ilk kurulacak toplumun yeri, yani toplumun doğum yaptığı yer olarak deni kenarını seçiyorlar. Bu insanlar hala doğum anındadır. Henüz birey değil, henüz toplum değil. Sonrasında zaten daha içerilere çekilmelerinin nedeni bu. Ve filmde sürekli deniz bilinçdışı olarak gösteriliyor. Dışarıdaki.
Neyse. Tirada geri dönelim. Denize ulaşmadan ilk iniş yaptıkları nefes alabildiklerini fark ettikleri yere. Yaralı olan Tomasz’ın tiradı ile nefes alabildiğini söyleyen Peter’in tiradı birbirinin zıttı. Peter(Piotr)’ (ingilizce ve lehçe çeviride isimler farklı). Mutlu bir tirad atıyor. Dünya’dan kaçabildikleri için mutlu, yeni dünyada medeniyeti kuracaklar. Acılar olmayacak, insanın en gelişmiş halindeler. “Do you remember when a man is to be born, the father endows him with the seeds of every possibility?” Ataerkil köken mitiyle başlıyor. Nasılki seçtiğimiz meyve sebze tohumu hangisini seçersek o tohum o meyveyi verir, ‘Seeds of every possibility: Bu ifade çok katmanlı. “Her olasılığın tohumu” demek, varoluşun potansiyel yelpazesinin önceden belirlenmiş olduğu fikrine işaret eder (deterministik anlatı bana göre). Yine de “tohum” aynı zamanda gelişime açık bir metafor. çevre nasıl beslerse o yönde meyve verir, burada doğa vs. kültür (nurture vs. nature (yetiştirme ve doğa)) tartışmasının hem biyolojik hem ritüel bir anlatısı yapıyor. eğer bireyin ne olacağı tohumda varsa, topluluk liderleri bu “doğal düzeni” okuyup ona göre konumlanır; kast-sınıf-rol ataması için güçlü söylemsel araç. Yani Peter’ın tiradı aslında oluşacak toplumun sosyal düzenini meşrulaştırıyor.”What every man nurtures in him will witness it grow inside / and bring fruits. If it is vegetal, he will be a plant”. toplumsal düzenin hem kader hem sorumluluk üzerinden meşrulaştırılmasını sağlar. “Senin içinde ne varsa, eğer bunu beslersen, o çıkar.” Bu öğreti sosyal kontrol sağlar. “İf it is sensual, he will be an animal; if it is rational, his being will become divine” birey kendi ‘rolünü’ beslemeye teşvik edilir. Eşitsizlik ve normatif iktidar: Hangi nitelikte tohum/tersi varsa, hangi sınıfa ait biri olacağı söylenir. Burada “rational” olanın ilahiye dönüşmesi, entelektüel elitizmin meşrulaştırılmasıdır: akıl sahibi olanlar, toplumda ‘kutsal’ statüye yükselebilir. “Finally if it is intellectual, he will be an angel, or the son of Man!”. Son fo man tabiri hristiyanlıkta mesihle özdeşleştirilir. Bu, anlatının bir mesih figürü (daha sonra filmde ortaya çıkcak) üretmesine zemin sağlar. Filmin ikinci yarısında ortaya çıkan “mesih” motifini burada açıkça tohumlandırılmıştır. (Yani bu pasaj mitolojiyi açıkça inşa eden didaktik bir parça.) , entelektüellerin ya da seçilmişlerin kutsal liderliğe yükselmesi demektir; bu da iki ucu keskin bir meşrulaştırmadır: hem kurtarıcı hem de baskıcı olabilir. Dünya’da yaşanan hataların tekrarının buradada yaşanacağı. Mit üretimi ve meşruılaştırması insan doğası hakkında bir mit veriyor: kökenler, roller, kutsallık. Bu mit, toplumsal hiyerarşiyi meşrulaştırmak, ideolojik olarak desteklemek için kullanılıyor. Bu anlatı filmde oluşacak olan toplumu anlatıyor. Yaralı olan karakterin ölürken bu kadar hüzünlenmesinin korkmasının sebebi de bu. Oluşacak toplumun kapanmış, korku-itaat üzerine kurulmuş bir toplum olacağı dünyadaki hataların olacağını farkettiği için. “Maybe it’s time to say that the Republic is in real danger” bu cümle kafamı çok karıştırmıştı. Yaşayan bir varlık gibi anlatılıyor cumhuriyet. Acaba geldikleri dünyadaki cumhuriyet mi tehlikede? tehlikede olan ülkeden kaçtıkları için mi ? Cumhuriyet terimi biz günlük hayatta kullanırken daha çok yönetim türünü belirtmek için kullanırız. Batı kültüründe ve amerikada daha çok o ülkeyi o halkı tanımlamak için kullanılır. Benim kafamı karıştıranda buydu. Biz “Türkiye’nin kaderi bu” derken avrupa’da “Cumhuriyetin kaderi bu” der. Sonradan farkettim ki bu direkt olarak günümüzde yıkılmış olan “Polonya Halk Cumhuriyeti” ‘ne gönderme. İdeal devlet, erdem, öğretinin çöküşü. İdeallerin yüksek sesle söylenmesi, aslında toplumun eksikliğini ve umutsuzluğunu açığa çıkarır. Söylem hem motive eder hem de kendi yetersizliğini sergiler.“Whatever you say is the truth, unless you say it, to impose your will upon us.” Söylem’in doğruluk değeri niyet ve iktidar ilişkisine bağlıdır. Sözün doğruluğu performatifdir. ama zorlayıcı amaçla kullanılırsa doğruluk statüsü bozulur. Bu, propaganda ve dini ve siyasi söylem eleştirisine doğrudan işaret eder. Filmin direkt olarak seyirciye sorduğu soru bence. Gerçek nedir? Mit nasıl kurulur? Söylem hangi koşullarda hakikat haline gelir? Özgürlük, arzu ve beden siyaseti otoriter ideolojilere nasıl meydan okur ve aynı zamanda onlara nasıl dönüştürülebilir ? Sonrasında Martha’dan doğan Tomasz’ı görüyoruz. Tomasz dünyadakinin aksine çok hızlı büyüyor. Bu çok güzel bir anlatı. Çünkü Filmin ilerleyen sahnelerinde artık oluşan topluluk Yaşlı adam’a (Jerzy’e) neden yaşlanmıyorsun ? diye soruyorlar. Onun neden yaşlanmadığına bilgelik, tanrıcılık, güç, korku gibi mitler uyduruyorlar ekliyorlar. Aslında bu tamamen fizjolojik. Jarzy’nin tarafından onalr dünyadakinden çok daha hızlı büyüyüp yaşlanıyorlar. Ama topluluğun açısından Jarzy yaşlanmayan ölümsüz bir canlı. Neyse Tomasz’ın doğuşuyla sahilde yerleşik hayata geçen bu üç astronot, yavaş yavaş benliklerini unutmaya başlıyor. Peter’ın Martha’ya, martha ağla!, martha gül!, martha dans et! dediği sahnede, kadının toplumdaki figürünün nasıl oluştuğunu, iktidarın kadını nasıl araç olarak kullandığını gösteriyor. Bu okuma Toplum olarak yapılabilir. Yani İktidara oluşturmuş toplum ikditarın gerekçelerine veya keyfi, histerik zevklerine göre kullanılabilir. Bu artık insanla insan arasındaki bir ilişki değil, iktidarla nesne arasındaki bir ilişkidir. Tabi bu sahnenin Martha üzerinde yapılması ve Martha’nın ileride kutanmış, hayat veren, yaratan, doğuran, Tanrıça gibi yüceltilmesine bağlıyorum. Benim açımdan bu kadının yontulup ataerkil toplumda işlevli hale getirilmesi. Marta yeni toplumun “anne”sidir. Bu, aynı zamanda toplumsal düzenin cinselliğe, soyun devamına ve kült yaratmaya nasıl dayandığını göstermeyi amaçlar. Piotr artık peygamber, yönetici, yasa koyucu konumundadır. Yönetmen itaatin nasıl kutsallaştırıldığını göstermek için bu sahneyi kuruyor. Burada önemli olan mertha istekli değil, mutlu değil, ama itaat ediyor. itaat etmeyi seçmiyor. İnsan özgür olduğunu sanır ama mitlerin içine doğar. Sonraki sahnede Jerzy kamerayı alıp konuşmaya başlıyor tek başına. Jerzy’nin bu kadar mutsuz olması bu kadar endişeli olması, o yaratmaya çalıştıkları yeni toplumun daha şimdiden çökmeye başlamasında. Temel aşk, kıskançlık, sahiplenme, liderlik rolleri çıkmış ve bu üç insan, bunların içinde yok oluyor. Jerzy kaydetmekle teselli buluyor; hafızayı taşıma işi ona kimlik sağlıyor. Bu, travma sonrası saklama/iktisat mekanizmasıdır: aşırı uyarıya karşı bilgiyi ‘saflaştırmak’ bir başa çıkma stratejisidir. Tanık pozisyonu trajik: gözlemci olmak onu bedel ödemekten kurtarıyor ama aynı zamanda insanlıktan uzaklaştırıyor. Burada sadece belgeleme değil, performatif bir hüküm üretimidir. Jerzy’nin kayıtları, geleceğin efsanesini şekillendirecek metinlerdir, yani o artık mitin semptomu değil mimarıdır. bilgiye hakim olmanın getirdiği iktidar, etik sorumlulukla dengelenmediğinde zulme dönüşür. Jerzy’Nin ileride göreceğimiz içine kapanık, depresyondaki tavrı da bu yüzden. Bilgiye hakin olduğu için toplumlara şekil verebilecek güce sahip aynı zamanda istemediği sonuçlar da onun yüzünden.
Sonraki sahne Peter(Piotr) ve Jerzy’nin konuşmasıyla başlıyor. Burada Peter’ın sinirlenmesi ve Jerzy’i dövmesinin nedeni dünyadaki aynı hataları yapmış olması. Dünya’dan gelen son akıllı insan kuşağının ilk temsilcileri. İnsanlar aynı hataları, aynı epistemik çöküşü taşıyorlar. “Absence of truth” (gerçeğin yokluğu) ifadesi, nesnel gerçeklikten ziyade kolektif anlatıların (mitler, yalanlar, ideolojiler) egemen olduğunu söylüyor. Dünyadan kaçış, dünyanın şartlarını ortadan kaldırmıyor, tam tersine, onları mikrokozmosta tekrarlıyor. Aşk şöyle tanımlanıyor aslında sorumluluk ve bencillik. “Sevmek” hem fedakârlık hem de absorpsiyon (başkasını eritme) anlamına geliyor. Filmin daha geniş kurulumunda bu, “koloni kurma” metaforuna paralel: yeni toplumda kişiler birbirini “sahipleniyor”, bu da hem yakınlık hem de baskıya dönüşüyor. “Here, everything is as on Earth” cümlesi, yeni dünyanın mitini dağıtıyor. Utopik hayal ile gerçeklik arasındaki yırtılma. Başlangıçtaki idealler (niyetin masumiyeti) zamanla dildeki ve davranıştaki yozlaşmayla bozuluyor. Sonraki sahnede Peter’in öldüğünü ve Martha’nın tiradını görüyoruz. Martha’nın analttığı “Bir saray mensubu, Azrail’in kendisine sert baktığını görür ve korkuya kapılır. Kral Süleyman’dan rüzgârları emretmesini ister, Hindistan’a götürülür. Azrail sonradan der ki: “Onun canını Hindistan’da almam emredilmişti. Ama onu senin yanında görünce şaşırdım.” Yani adam, ölümden kaçmak için gittiği yere tam da ölmesi gereken yere ulaşmıştır. Ölüm bir kovalamaca değil, bir koordinattır. irade vardır ama sonucu değiştirmez. İnsan, ölümü dışsal bir tehdit sandığı halde, oysa ölüm zaten içsel bir yazılımdır. Bu masal tam da şu repliğin önüne yerleştirilir: “Can it be true?” Bu soru şuna işarettir: “Kader gerçekten kaçınılmaz mı?”. Peter (Pitor) öldürülüyor. Bilinmeyen bir güç tarafından. Onun neyden yaralandığını neyin öldürdüğünü Martha görmüyor. Toplumdada ilk bizim sorduğumuz soracağımız soru bu olurdu. Nasıl oldu ? Suçu işleyen kimse yoksa, suçu işleyen varlık tespit edilemiyor anlaşılamıyorsa insan beyni bunu anlamlandırmak için uğraşır. İnsan beyni için öğreneceği duyacağı yaratacağı cevap gerçek olmak zorunda değil bir cevap olmalı, anlamlı olmasa bile zamanla hikayelerle daha anlamlı, doğaüstü metafizik ise zamanla daha gerçekçi hale getirir. Martha’nın Solomon bizim bildiğimiz adıyla Hz. Süleyman hikayesini anlatması bu yüzden. Peter’in öldüğünü, neden öldüğünü, lider-kurtarıcı-mesih iken neden öldüğünü bilmediği için bunun ancak gerekli olabileceğini “kader” olduğunun ona mantıklı gelmesi. Suç kimseye ait olmasın, kader gibi algılansın. Tanrı böyle istedi ? NEden bunu diyemiyor. Toplum daha Tanrı kavramını yaratmadığı için. Bu anlatı ileride olşan toplumda kurban mitleri üretmesini, “Seçilmiş öldü” fikrini kutsamasını, Şiddeti kutsal bir gerekçe ile açıklamasını sağlayacak. Sonrasında Martha’nın kanlar içindede olsa çocuk doğurması, Artık onun bu küçük toplumda, ilk başlarda aşkla doğurduğu çocukları değil, artık işlevsel bir alete dönüşmesini, gösteriyor. Martha gezegene ilk indiklerinde yaralı olan Tomasz’dan (Bazı çevirilere göre Andrzej) aşkla çocuk yaparken, Piotr’dan ve Jerzy’den gereklilik, itaat etme, biyolojik çeşitlilik için ölene kadar çocuk doğurur. Ölene kadar çocuk doğuruyor. Martha’nın bedeni bireysel bir kadın bedeni olmaktan çıkar, Toplumun ortak üreme alanına dönüşür. Martha artık “Martha” değil, koloninin rahmi olur. Bu, insanın, kadının: birey olmaktan çıkıp, fonksiyona indirgenmesinin en sert örneğidir. Bu tabi sonraki sahnede Martha’nın Tanrıça, Tek “ilk ana”, Tek “kaynak beden”, Bütün insanların ondan türemesini sembolize ediyor. Adem ve Havva gibi mit’e dönüşüyor. Oluşan topluluğun onu kutsal sayması bu yüzden. Sonraki sahnede artık yalnız kalan ve yaşlanan Jerzy’i görüyoruz. Hala kayıt alıyor. Hayatta kalmaya çalışmaya devam ediyor. Yaşlanmış. Artık oluşan topluluk kendi liderini seçmiş. Jerzy burada çöküşte olmasının sebebi ahlaki olarak gezegene indiklerinden beri kendi içinde çatışma yaşıyor oluşu. Peter’ın aksine müdahale etmekten hala vazgeçti uzunca süre. Peter ve Martha’nın ölümü onu çok etkiledi. Konuşmaya “Still, I will say it. Perhaps disjointedly” ile başlıyo benim anladığım bu bir itiraf konuşması. Martha’nın da ölmesiyle bu hiçlikte artık yalnız başına. Toplumdan fiilen kopmuş. Artık ne lider, ne bilim insanı, ne kurtarıcı. Sadece kendi bilincine hapsolmuş bir tanık. “What I brought was chaos” (Benim getirdiğim şey düzen değil, kaostu)Burası filmin en ağır kolonizasyon özeleştirisi: Jerzy şunu söylüyor: Ben uygarlık getirdiğimi sandım, ama aslında dünyaya sadece kaos taşıdım. Bu aynı zamanda: Avrupa uygarlığı. Hristiyanlık. Medeniyet. Kolonileşme eleştirisidir. İnsan gittiği her yere kendi çöküşünü de götürür. Jerzy’nin üçüncü bir göz olarak bir Tanrı gibi izlediği topluma Kaos’u getiren kendisidir. İstemediği halde. Toplumdan soyutladığı halde. Kendisini psikolojik olarak yıktığı halde. “i will feel dissolved in you, rock, grass”. Kendiside artık ölmek istiyor, acı çekerek yaşamak istemiyor. Sonbaharda yere düşen bir yaprak parçası gibi eriyip yok olmak istiyor. Jerzy kendini artık,kurucu, öğretici, kurtarıcı olarak görmüyor. Kendi getirdiği düzenin: Kaosa dönüştüğünü kabul ediyor. Tanrı, kader, anlam fikrinden: İçsel olarak kopuyor. “Ben” duygusunu: Bir yük gibi üstünden atmak istiyor. İnsan olmaktan çok: Doğanın kayıtsız bir parçası olmayı arzuluyor. Sonraki sahnede Jerzy (Old man) olarak topluluğa geri geliyor. Artık büyümüş lider olan Tomasz karşılıyor onu. Neden geri döndüğü Tomasz için endişe verici, statüsünü ve liderliğini sarsabilecek tek kişi Jerzy. Ada ise mitik efsaneler ve yaratılış hikayeleri ile topluluk tarihini bağlama çalışıyor. Geçmiş ile bugünün köprüsü durumunda. Tomasz’ın Jerzy’nin topluluğa miras bıraktığı bilgi ve geleneklerin, yeni kuşak tarafından nasıl yorumlandığına dair sitem. Jerzy’nin “bilgelik” olarak sunduğu şey, şimdi topluluk tarafından kendi kuralları ve otoritesiyle sınanıyor. Jerzy’nin varlığı, topluluk ve lider Tomasz arasında sürekli bir gerilime yol açıyor.
… devamı gelecek …
Yunus Emre KARA

